4 Mayıs 2018 Cuma

EVLAT 3


     Eveeeet, geldik zurnanın zırt dediği o yere; lohusalık evresine. An itibariyle evladımla 51. günümün içindeyim. O meşhur ilk 40 günü atlattıksa da zırlama nöbetlerimiz ve düzensiz hayatımızda zerre kadar değişiklik olmadı. 'Hele bir ilk 40 günü atlat gerisi kolay, kırkınız çıksın da hele rahatlarsın, aman kırkı çıkmadan fazla şeyapma da sonra şeyedersin...' Eee çıktı işte. Noldu yani? Hala bir hafta önceki kadar uykusuz, ağlak ve asabiyiz.

    Bizim bücür kolikmiş. Yaşayan bilir ne menem bir dert olduğunu. Bazen öyle bir ağlıyor ki, sanki babasını öldürdüm,kendisini otobanda dilendiriyorum. Tabi her ağlamasını illa bir şeye yoruyoruz: Aç mı acaba, altı pis kesin, ay acaba ağzı pamukcuk mu oldu, kız acaba tutarken bi yerini mi incittim,gazı var gazı, gaz değil naz naz...

       Çok bodoslama daldım yazıya farkındayım. Nasıl başladı her şey? Hastaneden eve geldik, misler gibi yıkanmış yepyeni nevresimlerin içine yatırıldım önce. Sonra, süt arttırma temalı ne kadar yiyecek içecek varsa hepsine maruz bırakıldım. Garip garip tatlılar, şerbetler, çaylar... Bir yandan henüz kendine gelmemiş mütemadiyen uyuyan bir bebek söz konusu. Uyandırıp beslemek de bebek oyuncağı. Ne kolay kız buna bakması diye ortalarda kikirdeyen bir taze ana... Hastanede gecesi gündüzüne karıştığından sebep; eve geldi geleli durmaksızın uyuyan bir baba...

    Bu durağan haller çok sürmedi pek tabi: Tuna ikinci haftası itibariyle dünyaya geldiğini farkederek hayatımıza sağlam bir giriş yaptı. İlk ağlama nöbetimizde aşırı panik yaptık, neredeyse biz de ağladık. İkinci de daha sakin, üçüncü de soğukkanlı derken şuan o ağlarken sohbete devam edebilecek kıvama geldik. Ebeveynlik❤️

    Bir yenidoğanla annesi arasındaki bağ çok acayip. Lohusalık olayı da bu acayip bağdan sebep varolmuş; bakın anlatayım. Şimdi bilimsel olarak o salgılanan hormonlar, hormonların isimleri, tıbbi bilmem nesi benim uzmanlığıma girmiyor takdir edersiniz ki. Ben sadece işin alaylı kısmından, biraz da alaylı bir şekilde bahsedeceğim. Şimdi, minnoş birer hamileyken zihinlerimizde beliren görüntüler bir bebeğin en az beş aylık olmuş, agucuk bugucuk, gülmeli sevmeli halleri idi. Yani bakın hiçbir bebek ürünü reklamında bir yenidoğan oynatmazlar,fotoğrafını kullanmazlar. Bebek deyince aklımıza yenidoğanın şiş suratı, dokunmaya çekindiğin minnacık bedeni, pul pul derisi gelmez aklımıza. Ya bakın sakın muhalefet olmayın, öyle işte. Doğadaki diğer bütün canlılara göre insan yavrusu prematüre doğuyor, 3 ay erken. Neyse işte, bi doğuruyoruz; ta taa; hayatlar: 
Önce bir şey anlamıyorsun aslında, etraf bir dolu insan, tebrikler, avuç kadar bebeği yalandan sevmeye çalışanlar, bilmem neler...

Sonra diyorsun, bu çok küçük, ne zaman büyür ki?

Gülmek yok, agu bugu yapmak yok, sevgine karşılık bir yüz ifadesi, bir dokunuş, ne bilim işte o uykusuzluktan göz kapaklarını kesmek üzere olan anaya en ufak bi teselli yok. Sadece emen, ağlayan ve altını pisleyen bir canlı. Gazlı bir de sıpa.

     Bakın bir lohusa, bunun geçici bir evre olduğunu kavrayabilecek kapasitede asla değildir o anlarda. Orada, o anda, o uykusuzluk halinde ve o bebeğin o yenidoğan hali ile ilelebet kalacağına inanır. Sonra neymiş, anne bebekten soğumuş, anne bunalıma girmiş. Niye? Hormonlar. Bırak allasen. Bildiğin karşılıksız aşk ve onun acısı.
     Gerçekten hayli zor bir bebeğe bakmak. Öyle okullarda falan öğrenilmiyormuş hehee, bakınız evlat 1. Teoride her şey çok pürüzsüz. "Bebeğime emzik vermeyeceğim." Ulan var ya, elimde emzik köle oldum alsın diye, çokomele batırıp vermeme az kaldı. 
"Asla sallamayacağım." 
Hehe, gel uyut sallamadan, gel ya valla çekinme, al yapabiliyosan çocuğu komple sana verecem, al valla al. 
"Çocuğu kat kat giydirmeyeceğim, serine alıştıracağım." 
Furkan sence bi çorap bi patik yeterli mi? Evet hem hırka hem yelek giydirdim. Yok be, ben üşüyom, sovuk hava baksana. (mayıs) 

     İşte öyle arkadaşlar. Biz de bu kervanın yolcusuyuz artık. O gülecek, güleceğiz. Ağlarsa ondan daha çok üzüleceğiz.
Kanun bu.
     Çok iyi bir anne olamam muhtemelen. Ay ben gülerim:
Çizdiğim profil instagram annelerini tarafıma sövdürecek kadar savruk. Henüz kendisi çocuk olan, çocuk kalmak isteyen bir anan var yavrum, üzgünüm. O oyunların hepsini seninle gerçekten oynayasım geldiği için oynayacağım. 😂
     
     Hah, adamımız da uyanmış. Binayı ayağa kaldırmadan gideyim. 
     Annelik rocks!😎





3 Nisan 2018 Salı

EVLAT 2


Arkadaşlar, bir doğum yapmışım ki, off sormayın. Çarmaha gerildim, öldüm, yeniden dirildim, kemiklerimi binlerce kere kırdılar, kanlarım duvarlara fışkırdı, suyum sel oldu sokakları bastı!

Tükürdüğünü nasıl yalarsın temalı doğum hikayemle karşınızdayım. Evlat 1 adlı yazımı okuyanlarınız bana muhtemel yerleriyle gülüyorlar, biliyorum. Gülün gülün, hakkınızdır. Hakettim.

Bir pazartesi gecesi beni minik minik, minnoş minnoş yoklayan sancılar eşliğinde hastaneye gittik. Yav diyorum, sancı dedikleri bu mu? Allah sizi neetmesin hemcinslerim. Kız bu kadar ağrıdan mı attınız yıllarca kendinizi yerden yere? Ya da ben çok güçlüyüm, voov. Bi avazda doğuracağım belli ki.

Neyse, hastanede doktor kontrolünden sonra sancılarımın yeterli bulunmaması sebebi ile eve yollandım. Biraz bozuldum tabi. Ertesi günkü kontrolüm için hastaneye gittiğimizde zerre uyku uyumamış, hafif sancılarla sabahı etmiş müstakbel ebeveynlerdik esas adamla. Kontrolde hastaneye yatışıma karar verildi. Salı günü saat 11:50 de sancı odasına alındım. Film başladı.

Bu kısmı ağzımdan salyalar akıtarak, korku filmi kıvamında, abartıya dahi gerek olmaksızın acı acı inleyerek anlatırdım da; henüz doğum yapmamış ve pozitif hikayelere aç kızçelere ayıbolmasın diye susuyorum. Tamamen benim fizyolojimle alakalı bir takım engeller doğumumu zorlaştırdı. Şu açılma muhabbeti; bilen bilir. Ben normal doğum diye direttikçe; açılmam olmadı. Bastılar suniyi, bastılar suniyi. En son dişlerimle çarşafları yırtıyordum. Neymiş? 'Pozitif düşün, her şey yolunda gitsin' şeysi her zaman işe yaramıyormuş; sad story. O kadar yürüdüm, hiç yatmadım, hareket et kolay doğum et muhabbetleri işte, biliyorsunuz. Zerre kadar faydasını göreydim be keşke.

Neyse, neticeye gelirsek, normal doğum yapabildim. Doğum doktorlarımın şaşırarak defalarca tebrik ettikleri, hatta diğer doktorlara anlattıkları gibi; asla bağırıp çağırmadım. Bağırmaya harcayacağım bütün enerjiyi Tuna'yı dışarı itmek için kullandım. 
Aslında hala inanamıyorum bütün o anları yaşayanın ben olduğuma. Anlatılamaz bir acı, hem de haz. Bebeğin o ilk ağlaması, onu o sesle birlikte koynunda sarıp sarmalama, saklama isteği... 
Annemi özledim doğum masasında, deli gibi göresim geldi. Oğlumun yanağını yanağıma yasladığım o sihirli zamanda, tek düşüncem; annemi ilk defa, işte tam o an anladığımdı.

Her şey bitip de küçük adamla odamıza alındığımızda, ben ilgiye aç kız çocuğuydum. Kollarımda bir bebek. Ne yani bu benim mi? Bu sorumluluğun altında ezilmez miyim hiç?

Hem çok mutluydum, hem çok endişeli. Annelik de zaten bu iki duygu arasında yaşadığın her şey, sanırım.

Ee peki lohusalık? Onu Evlat 3'e sakladım. Öyle bir kafası var, ufff, evlere şenlik, aman sabahlar olmasın, ki olmuyor da zaten. Çiş, kaka, kusmuk ve bebek zırıltısı... Uykusuzluk, mor göz altları, geleneksel lohusa topuzu...

Kırkımızı çıkarıp çok daha fazlası ile burada olacağız, hadin sağlıcakla.
(Bebesi hunharca ağlayan ananın yazıyı bağlayamadan küt diye bitirişi, ehehe, alışın.) 


1 Mart 2018 Perşembe

EVLAT 1


Henüz kucağıma almadığım bir kuzucuğun annesiyim ve muhtemel hadiseye ramak kaldı; her an piyasaya sürebilirim bu küçük adamı.

Hamilelik dünyanın en normal vakası iken; insanın kendi başına gelince "Bu nasıl bir mucize,ulan içimde insan büyüyor, Allah'ım sen aklımı koru!" kıvamında seyir ediyor. Kendimi cam fanuslara kapatıp, pamuklara saracaktım az kalsın. Tabi yapmadım sevgili okur; zira ilk üç ayım lavabo kenarlarında, afedersiniz, öğüre böğüre geçti. Bir de kafein bağımlılığımdan mütevellit bir baş ağrısı illeti ki sorma gitsin. Beş kilo verdim sanki öncesinde pek yapılı bi' şeymişim gibi, oldum mu sana 45 kiloluk bir köşe yastığı. Nerede sabahsa orada akşam oldu. Kanepenin ahanda bu köşesinden şu köşesine üç saat arayla geçtim.

Sonra hamileliğin balayı diye addedilen ikinci üç aylık döneme girdim ve sağlıklı beslenme konusunda kendi rekorumu kırdım. Gelsin balıklar gitsin semizler, pırasalar ıspanaklar, efendime söyleyeyim pekmezler, çiğ kuruyemişler, haftada beş kilo ev yoğurdu... Hayret bi şey bu bebiş bana naptı böyle, derken... Son üç aylık periyodun aniden gelen göz dönmesi ile sağlıklı sağlıksız asla fark gözetmeksizin iki dakikada her türlü boy ve ebattaki yiyeceği midesine indirme yetisine sahip bir yaratığa evrildim. Kız o nasıl bir iştah. Doyma duygum yok oldu, valla abartmıyorum. Ha iki tabak, ha beş tabak. Bana mısın demiyor.13 kilo aldım, aslında, tahtalara vurayım, bu performansın ederi en az 25 kiloydu. Yine de, bu lale devri lohusalıkla birlikte son bulur inşallah. Hani bebesini doğurup zırt diye incecik ortalarda dolanan hatunlar var ya, bi de utanmadan "Şurda azcık karnım kaldı yaaee.." falan derler, işte onlardan olup utanmadan olmayan kilosundan şikayet eden bir taze ana olmak istiyorum.

Şimdi gelelim hamileliğin manevi yönüne. Zor geçen bir iş tecrübesinin hemen ardından, başlarım len böyle kariyerin ızdırabına, deyip ev hanımı olmaya karar verişimin akabinde dahil oldu bu minik adam dünyamıza. Ben evime nasıl hasretmişim ama. Zerre sıkılmadım kendimle başbaşa. Filmler, diziler, kitaplar, kendin yap projeleri, yazmalar-çizmeler. Özlediğim her şey hamileliğimde kavuştuklarımdı. Çoğu günü esas adamınkinden başka bir surat görmeden bitirdim. Nasıl bir saadet! Sıkılmışım insanlardan, o keşmekeşten, koşturmacadan. Ruhumu doyurdum belki ömrümde ilk kez ve bu da minik adamın rahmime kondurulduğu o güzel sürece denk geldi. Eğer, annenin ruh hali bebeğin ilerdeki karakterine tesir ediyor efsanesi doğru ise; yaşadık dostlar.

Zaten doğsun da bi sağlıkla hele, soranlara diyeceğim; herkesin çocuğu gibi bizimki de en zeki, en güzel, en akıllı. Bu işin raconu bu, evlat işte, daha karnındayken tekmesini övüyorsun, böyle güzel tekme atılır mı hey maşallah, seni yaradana kurban olurum!

Hanedanın varisi olacak şehzadeyi doğurmuş havasında gezen, el kadar bebeklerine taşlı tüllü pullu acayip bi bi şeyler giydirip zavallının daha açılmamış gözleri ile verdiği 50 pozu sosyal medyasından gerine gerine paylaşan hatunları da anlıyorum şimdi. Acayip bir sevgi seli bu. Doğmamış bebeğin kokmayan kıyafetlerini koklayıp ağlıyorum ayol, kimse mantık aramasın annelik müessesesinde.

Neyse, anlatmadığım ne kaldı du bi düşüneyim.  Hah, eğitimli bir gebe olduğumu söylemiş miydim? Gebelik okulunu bitirdim ben, lütfen yani, anneliği işin uzmanlarından öğrendim. Sertifikam var yahu. İlerde bebeme "Sana daha iyi bir anne olayım diye karnım burnumda okullara gittim ben, ah ah!" diyeceğim. Şaka bir yana, nasıl işime yaradı o eğitim bilseniz. Ben hiçbir şey bilmiyormuşum. Ee tamam, ilk çocuğum bu falan ama, öyle bir şey değil işte. Bildiklerim de yanlışmış. Bi kere doğum korkusu had safhada olan biriydim, şimdi geçti gitti. Ne doğum anıları dinledim zamanında, illa ki vardır içinde abartısı olmayanı da ama ne bileyim... Çarmaha gerildim, öldüm, yeniden dirildim, kemiklerimi binlerce kere kırdılar, suyum sel oldu sokakları süpürdü... Sakin olunuz efenim. İnsanlar tarlada çömelip doğuruyor, bağını zınk diye kesip tarla işine devam ediyor, imiş. (Bu da şehir efsanesi de,neysee, inanalım bari.)

Eveeet, sanırım anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Tuna beyle bir vücutta geçen son günlerimiz. Kime benzeyecek bu sıpa konulu düşlerimiz ile toz pembe bakıyoruz hayata esas adamla. Hayırlısı ile alırsam kucağıma, bir başka korku hikayesi olan şu lohusalık evresini irdeleriz beraber, baya eğlenceli! Ev tımarhaneye dönüyor diyollaaa. Olsun be, değmez mi? Şu tekmeye baksana,anası kurban olsun, var mı böylesi?! 😅

12 Temmuz 2015 Pazar

Açık Hat


Sene 2005.
Çocukluktan ergenliğe geçiş evresinin en önemli nişanesi cep telefonu sahibi olma levelindeyim. Bir Motorola aldık; kapaklı, fotoğraf da çekiyor ha. Düşük pikselli kamerası fakat o vakitler henüz "Bunu ütüyle mi çektin zuhahah"  esprisi icat edilmediği için sorun  etmiyorum.
 Henüz sosyal medya diye bir kavram yok hayatımızda. En büyük eğlencemiz; gazetelerin 15.sayfasının sağ alt köşesinde bilmem kaç kontöre telefonlarımıza indirebildiğimiz hareketli duvar kağıtları ve şarkı listeleri tanesi 10 kontörden. Bir de sms diye bir kısaltma girmiş lügatlarımıza; short message service. Biz onu 'selam melam servisi'  diye açıyoruz zamanın henüz şeytanileşmemiş espri anlayışıyla.
 Neyse işte, benim motorolanın havası bin beş yüz; ama hattım yok. O kadar ergenim ki; bi' numaram olmazsa öleceğim ezikliğimden. Selam melam servisinden faydalanmam lazım. 'Ok kib by Aeo' yazabilmem lazım. O v harfine w muamelesi yapan tipler bile nasıl havalılar nazarımda.
Lakin yaşım 15. Adıma hat alamıyorum. Aileden birinin adına almak gibi mantıklı bir seçenek dururken ben o vakitler acayip meşhur ama saçma sapan bir yöntem olan "açık hat"  şeysine bulaşmayı tercih ediyorum.
Yani daha önce başkası adına alınmış, bir süre kullanılmış ve bir sebeple kapatılmış bir hattın piyasaya yeniden sürülmüş hali. Gidiyorsun, bakkaldan ciklet alır gibi hattı alıp çıkıyorsun. Ben de gittim "Bana şurdan bi' hat" dedim, aldım yeni numaramı. Hemen telefonu olan arkadaşlarımı çaldırdım. Ee o zamanlar yok öyle bedava mesajlaşma paketleri, whatsapplar falan. Bir kere çaldırırsam aklımdasın, iki kere çaldırırsam iyiyim, üç kere çaldırırsam sen nasılsın, dört kere çaldırırsam kontöre kıydım aç da  konuşalım. Misal; bir kere çaldırdım karşımdaki arkadaş pat diye açtı. İşte o var ya, iki gün trip atma sebebi. "Ulan son 1 kontörüm vardı çaldırmalık, onu da sen yedin." konulu tartışmalar falan...
İşte her neyse, ben yeni numaram ile sahalara hızlı bir giriş yapmış ve selam melam servisinin bütün nimetlerinden hunharca faydalanırken (5050 yaz bize sms yolla sana ringa yapalım seni arayanlar senin şarkını dinlesin, 6060 yaz bize sms yolla sana ismail yk duvar kağıdı yollayalım, 4040 yaz bize sms yolla sana fazladan 5 kontör...) bir gün bir numara çaldırdı beni. Adettendir deyip ben de onu çaldırdım. Sonra o beni yine çaldırdı. Sonra ben ayıptır, tanıdıktır diyerek bir kere daha çaldırdım. Sonra mesaj geldi:"Kimsin?"
Kim olduğumu bilmediği halde beni çaldırdığına göre sapık bu, aklı yarımgillerden. Cevap yazmıyorum.
Sonra bir mesaj daha: "Kimsin dedim!"
Hayda! Asıl sen kimsin! Yine cevap yazmıyorum. Engellemek dedikleri hadiseden de bihaberim pek tabi ki. Bir süre sonra aynı numara uzun uzun çaldırıyor beni, yani arıyor. Önce açmıyorum. Ama durmaksızın arıyor psikopat. Açıyorum çekine çekine. Telefonun diğer ucundan tiz bir kadın sesi yükseliyor : "Niye açmıyorsun? Terbiyesiz!"  Tamam bu telefon işlerinde toyum ama telefon açmamak terbiyesizlik mi olurmuş hiç, diye sitem edecekken kadın devam ediyor: "Seni bulacam, adresini tespit ettirecem, senin bizim ailemize yaptıklarının hesabını soracam sana, gebereceksin!" Can havli ile kapatıyorum telefonu. Kalbim duracak. Midem ağzımda. Noluyor ulan!
Ev ahalisine durumu belli etmemek için banyoya girip ellerim titreyerek numaraya mesaj atıyorum: BEN SİZİ TANIMIYORUM. BEN SİZE Bİ ŞEY YAPMADIM.
Numara gene arıyor mesajımın üstüne, hah özür dileyecek galiba diye açıyorum. Kadın ağzından köpükler saça saça küfür ediyor bana. Ama neler neler. Neymiş ben onun babasıyla birlikte olmuşum, annesi bizim yüzümüzden hastalanmış. 'Babamın hayatını bitirdim, şimdi sıra seninkinde.' diyor. 'Ya bi durun, ben 15 yaşındayım daha, ya valla ben bi şey yapmadım.' diye ağlıyorum. Kadın duymuyor beni. Kafama kurşun yağdıracağını anlatıyor envai çeşit küfür eşliğinde. Telefonu komple kapatıyorum. Bir iki saat sonra açıp korkuyla bekliyorum. Vakit gece yarısı. Numara yine arıyor. Safım işte, açıyorum. Ağzı bozuk teyze yine başlıyor tehditlere: "Nerdesin sen, ya sen söyle ya ben bulacam, polis arkadaşlarım var."  falan filan... "Bak hanım abla bu açık hat, benden önceki kişidir sizi üzen." diyorum. Yok arkadaş, kadın tahtalarını bu hazin aşk üçgeni esnasında eksiltmiş,laftan anlayacak gibi değil. En sonunda diyor ki: "Sen İsmetpaşa'da mısın?"  Bir an durup "Heea, evet ordayım, biz orda oturuyoz." diyorum. Ömrümde ilk defa duyduğum bu semt adı bana o kadar uzak geliyor ki, 'İstanbul'da falan herhalde , çatlak gitsin oralarda arasın beni, heheh, kandırdım yaşasın' moduna giriyorum.Giriyorum ama sabaha kadar dön Allah dön, gram uyku yok. Tam dalıyorum, izbandut gibi adamlar bizim evi basıp beni kurşuna diziyorlar. Tam kendimi, bir daha aramaz ya, diye teselli edip rahatlıyorum, kadın yine arıyor. Ömrümden bir beş seneyi bir gecede yiyor vicdansız kadın.
Ertesi gün okuldaki arkadaşlarıma olayı anlatıyorum heyecanla. Hepsi, bir insanın başını nasıl böyle oturduğu yerden belaya sokabildiği konusunda şaşkın. Ama söz konusu benim işte, şaşırmamaları gerektiğini zamanla öğrenecekler.
Neyse sonra bir tane aklıevvel arkadaş beni İsmetpaşa mahallesi konusunda aydınlatıyor: "Kızım Ulus'taki o ayıp mahallenin adı İsmetpaşa,orda mı oturuyom dedin yani,yuhhh, zuhahah."  Bütün sınıf yıkılıyor gülmekten. Çünkü şayet ergenseniz böyle belden aşağı espriler sizin icin 'ölesiye gülünecekler' listesinde yer alır.
Okul çıkışı soluğu telefon bayisinde alıyorum. "Ya bu hattı kapatın abi nolur." Adam yanındaki arkadaşına dönüp "Bak yine getirdiler bu numarayı, demek ki bunu da tehdit etmişler." diyor.Sinirden titriyorum ama kızamıyorum adamlara. İnsan gibi yasal yollardan bir numara sahibi olsaydım elin beş  adet Semra kaynana gücündeki manyağı beni bulamazdı muhakkak. Hattı adamların masasına bırakıp tabiri caizse kaçarak çıkıyorum dükkandan.
Hat firmaları 1000 smsli paket olayına girecekleri güne kadar da, telefonumu hatsız olarak, üstelik hiç de şikayetçi olmaksızın kullanıyorum. Telefonun iki gramlık hafızasının cilvelerine rağmen durmaksızın fotoğraf çekiyorum. Düşük pikselli kamerası fakat o vakitler henüz "Bunu ütüyle mi çektin zuhahah"  esprisi icat edilmediği için bunu hiç ama hiç sorun etmiyorum. :) :') :')

28 Mayıs 2015 Perşembe

BUNALIM

Burç yorumcuları "2015 akreplerin yılı" dedilerdi. Ben de her fal ve burç manyağı,orta zekalı kızın yapması gerekeni yapıp; bu teze tüm kalbimle inanmıştım.
Yalanmış sevgili okur.
Bir akrep olarak tarihimin en melankolik günlerinden geçiyorum. 
Kendimi dağlara taşlara vurup meczup olmama ramak kaldı.
Bir takım Furkansal hadiseler sayesinde, dur etme eyleme, diyebiliyorum içime oturan öküze. İşte sevmek dedikleri de böyle günler için var...
Dün yağmura yakalandım. Bir ıslandım ki, iç organlarım dahi suya doydular zannediyorum. Bir aralık "Ulan Ayşegül, yağmuru severimli romantik şiirler yazarken hiç sövmüyordun şu mübareğin indiği bulutlara.Şimdi ıslanıp, çamura bulanıp, kedi enikleri gibi koşarken yağmur pek de sevimli gelmedi sana, ha, ne dersin?" dedim kendime. Demek ki neymiş, bazılarını uzaktan sevmek aşkların en güzeliymiş. :,)


Bugün tüm zamanların en uzun süren stajını sonlandırmak ve neticelendirmek adına başkanla konuşmaya gideceğim.Bu bunalım hali o sebeple içime oturmuş olabilir.
Sonucu buraya da yazarım.
Sağlıcakla...
                                                              İMZA: HEM İŞSİZ,HEM UMUTSUZ

8 Mayıs 2015 Cuma

YAĞMURSEVER

Bir koca çınar olsaydım Ankara'nın gri silüetinin içinde kaybolan

Ve şimdi penceremden izlediğim bu yağmura

Dokunsaydı dallarım... 





22 Nisan 2015 Çarşamba

Anı

         Lisede; sınıftan tamamen bağımsız, kimseciklerle muhatap olmayan bir arkadaşımız vardı. Sınıf öğretmenimiz, gizliden beni yanına çağırıp, o arkadaşımızla ilgilenmem ve onu sosyalleştirmem konusunda beni görevlendirdi. Neticede sınıfın sosyallik sınırlarını zorlayan yegane kişisi bendim.
        Söz konusu arkadaşla iletişim hususunda hiçbir problem yaşamadım. Diğer kızlarla makyaj ve moda trendlerinden konuşan ben; onunla evrenin işleyişine ilişkin derin sohbetler ediyordum.Yalnız hatun inatla benden başka kimseyle diyalog kurmuyordu. Ulan, dedim bir gün kendi kendime. Ulan ne yapsam da bu kızı sosyalleştirsem, dedim.
       Bir okul çıkışı kızcağızı zorla okuldan arkadaşların takıldığı kütüphaneye götürdüm. Hani kütüphane ama kafe tadında bir mekan. Neyse işte orada bununla internet alemine hızlı bir dalış yaptık. Sıkılıyorum da habire bilimsel ve felsefi sohbetler etmekten,araştırmalar yapmaktan. Dedim,kanka senle Counter atak mı bi' el? Counter o dönemin efsane oyunu. Kız ne bilsin kendisini bekleyen tehlikeyi. Kabul etti... 
       Aradan bir kaç hafta geçti.Ben ve malum arkadaş dersleri asmaya başladık. Öğretmen soruyor "Yahu bunlar neredeler? Hadi Ayşegül neyse de xxxxx hayatta asmazdı dersleri." Diyorlar "Hocam onlar bu aralar kütüphaneden ayrılmaz oldular." Öğretmen gönderiyor iki öğrenciyi kütüphaneye, bizi çağırttıracak. Çocuklar bakıyorlar ki ; ben ve oyun partnerim çıldırmışçasına Counter oynuyoruz. Gözümüz dünyayı görmez olmuş. O suskun, insanlarla göz teması kurmaktan çekinen hatun, oyunu oynarken vahşileşiyor, tutmasalar klavyeyi kıracak. 
       Neyse işte bu iki hafiye şaşkınlık içinde gidip öğretmene durumu izah etmiş.
       Ertesi gün yanına çağırıldığım öğretmen tarafından xxxxx ile bir daha muhatap olmam yasaklandı. 
       Bu da böyle bir anımdır.